17 Ağustos 2016 Çarşamba

BİR GÜZEL BOSTON GEZİSİ

"In Boston they ask, how much does he know? In New York, how much is he worth? In Philadelphia, who were his parents?"

- Mark Twain

Kulakları çınlasın üniversitedeki Amerikalı hocalarımdan Angela, Boston için "pek güzel, pek yeşil" dediğinden beri Boston'ı görmek hayallerim arasındaydı. Bu cümleleri duymadan önce,  "yeşil ve güzel" sıfatları bana hep Bursa'yı hatırlatırdı, o günden sonra bir de Boston eklenmişti hatırıma. İyi ki de eklenmiş...Gittik, gördük, beğendik, sizler için yazıyoruz efendim.

Boston'a genel bir bakış (fotoğraf alıntıdır)


Eşimle beraber gezimizi Ağustos ayında bir haftasonuna sığdırmak suretiyle yaşadığımız yer olan Washington DC'den arabayla yaptık. Tüm planlarımızı 3 günlük gezi için yapmış olsak da, Boston için 1.5 gün yeti de arttı bile aslında. Öncelikle Boston bende neler çağrıştırıyor, burdan başlamak gerekir sanırım. Yıllar önce (6-7 yıl önce kadar) Amerikan Kültürü ve Edebiyatı derslerimizden birinde Angela adlı hocamızın Amerika’da görülecek yerler arasında gösterdiği pek bir kazınmış aklıma.

Boston yeşil ve güzel olmasının yanı sıra ABD tarihi için de neden önemli? Çok severek okuduğum doyamadığım lisans eğitimim boyunca adını çokça duymuş olmamın da elbette bir etkisi vardı bu şehrin kalbimde yer edinmesinde. "Özgürlüğün Beşiği" lakaplı Boston, Amerika'nın bağımsızlığını kazanmasında oldukça önemli bir yere sahip. Normalde özgürlük, bağımsızlık denince akla ilk gelen yer Philadelphiadır ancak bana göre Boston'ın eğitim merkezi olma özelliğinin ön plana çıkmasından ötürü bu özelliği geri planda kalmıştır. Velhasıl, Boston, Protestanlıkla yeni tanışan ve kendilerine ne İngiltere'de ne de Hollanda'da yer edinebilmiş bir grup "pilgrim" tarafının 1630 yılında dini özgürlüklerini yaşayabilmek adına geldikleri Amerika kıtasındaki ilk ayak bastıkları yerdir. Bugünlerde pek hissedilemese de Amerika'nın dini özgürlükler ülkesi olmasının tarihi dayanağı da bu hadisedir. Bu noktada detaylara girmeden bu insanların pek muhafazakar olduklarını belirtmekte fayda var. Bu da yine Amerikan toplumunun dünyada bilinenin aksine inanılmaz muhafazakar köklere sahip olduğu ve bunu devam ettirdiklerine dair bir bilgi olarak dursun şurda.


Boston Horse Statue (fotoğraf alıntıdır)

Neyse efendim, Boston tarihine dair bilinmesi gereken en önemli hadiselerden birisi de "Boston Tea Party" denilen mevzudur. Amerika bağımsızlığını kazanmadan önce ve de İngiltere gibi çeşitli Avrupa ülkelerinin sömürgesi altındayken, Boston Britanya'ya bağlıydı ve uyanık İngilizler Boston'lılardan direkt vergi alamadıkları için, onlara sattıkları çay ve şeker gibi hayati ürünlere inanılmaz yüksek vergiler koyuyorlardı. Fırsattan istifade diyen İngilizler, başka sömürgelerinden (Hindistan) elde ettikleri çayları Boston'a satarken çaylara inanılmaz yüksek vergiler koyuyorlardı. Yüksek vergilerden bıkan Boston'lılar ise bunu protesto etmek amacıyla 1773'te gemilerle gelen tonlarca çayı denize dökmüşlerdir. Peki bunun ABD tarihi açısından önemi nedir? Halkın artık sömürülmekten bıktığı ve bağımsızlığa susadığını, yani bir başkaldırıyı gösteren eylem olmasıdır. Bu olay, ABD bağımsızlık savaşını çıkaran kıvılcımlardan biri olacaktır. Bu olayın akabinde daha farklı boykotlar da baş göstermeye başlayınca, Britanya daha da sert politikalar izlemeye başladı, Boston limanını kapatmaktan, daha da yüksek vergiler koymaya kadar ilerledi. Buna karşılık da Amerika'daki farklı topluluklar, bir araya gelerek, bir ordu kurup İngilizlere karşı savaşma ve bağımsızlık elde etme kararı aldı. Amerikan Bağımsızlık Savaşı 1775-1776 yılları arasında gerekleşti ve 1776 yılının 4 Temmuz gününde ABD'deki 13 koloni Britanya'dan bağımsızlıklarını aldılar ve kendilerine Amerika Birleşik Devletleri ismini verdiler. Boston Tea Party'nin önemi ülkeye bağımsızlığı kazandırmasındandır yani =) Hatta bu olaydan sonra, ABD'nin ilk Başkan Yardımcısı ve 2. Başkanı olan John Adams ve diğer Amerikalılar çay içmenin bir tür vatana ihanet sayılacağını savunurlar. Çay gittikçe popülerliğini yitirir ve alternatif içecek olan kahve tüketimi başlar. Bugün ise kahve tüketimi deyince ilk akla gelen yerin ABD olması da yine John amcamızın bu ülkeye bıraktığı miraslarından biri zaar. Bu kadar tarih yeter diyerek, gezimize geçelim.


Boston Tea Party (fotoğraf alıntıdır)

Amerika’ya taşındığımızdan beri hep gidip görmek istediğim ama Washington DC’ye arabayla 7-8 saat uzaklıkta ve ters bir istikamette olması hasebiyle bir türlü görememiştik. Nihayet bir cuma günü akşamı hadi dedik bu hafta sonu gidelim. Ve ertesi gün sabah namazından sonra yola çıktık. Burda hatırlatmakta fayda var, google maps’in gösterdiği yola 1-2 saat de kafadan siz eklemelisiniz çünkü Boston gibi büyükşehirlere giriş ve çıkışlarda çok ciddi (bir Istanbul trafiği adeta) yoğunluk oluyor.


Bizim takip ettiğimiz rota, yol özelikle New York'tan sonra inanılmaz güzel 

Neyse velhasılı kelam Boston'a zorlu bir yolculuktan sonra varıyoruz. Bu arada New York-Boston arası mükemmel bir yol. Yol boyunca sağlı sollu yemyeşil ağaçalar sıra sıra uzanıyor. Bir rüya ikliminde yolculuk yapıyorsunuz adeta. Gökyüzü berrak, her yer yeşil ve mavinin en güzel tonunda… Zaten dünyanın hiçbir yerinde rastlamadığım ve ilk kez Amerika’da gördüğüm bir gezi anlayışı var ki, o da “scenic roads/drives”. Yani manzaralı yollar. Mantık şu: Bir yol var, o yoldan arabayla geçerken mevsimine, iklim şartlarına göre farklı güzellikteki doğa şartlarını gözlemliyorsunuz. Bu yeşil yol da sırasıyla New York ve Connecticut üzerinden giden öyle bir yoldu işte. Anlatılmaz yaşanır cinsten. Boston’a varır varmaz, her zaman yaptığımız gibi öncelikle visitor center’a yakın bir yere arabayı park ediyoruz. Visitor center Boston Commons denilen Amerika’nın en eski şehir parkının içerisinde bulunuyor. Bu şehir parkı New York’taki central parka benziyor ama çok daha eski olması hasebiyle sanırım daha bakımsız ve içerisinde bir sürü “homeless” yani evsiz yaşıyor.

Boston Common Park( 1634), ABD'nin ilk halk parkı 

Boston Common Park polislerinin kullandığı atlar
Buradaki bir yere park ederek, Visitor Center’dan ücretsiz haritamızı edinip önceden not aldığımız “görülecekler listemi” harita üzerinde ordaki çalışan bir teyzeye işaretlettiriyoruz. Bunu neden yapıyorum, çünkü Amerika’daki gezilecekler listesi bizim Türk mantığıyla hiç ama hiç uyuşmuyor. En çok müzeleri, bira veya şarap tatma mekanlarını, eğlence veya alışveriş merkezlerini gösteriyorlar. Ancak bizler şehrin kendine has dokusunu yansıtan, tarihi ve önemli yerlerini görmek istiyoruz. O yüzdendir ki bir yere gitmeden önce her zaman kendi araştırmalarımızı (özellikle Türk bloglarından) yapıp görülecekler listesi çıkarıyorum. Sonra onları haritalar üzerinde işaretleyip kendime bir gezi rotası çıkarıyorum. Boston Common’s yakın olan eski ve yeni State House’ları uzaktan görüyoruz. Sonra downtown'a doğru yürüyoruz, zaten Boston’da hemen hemen her yerin yürüme mesafesinde olduğunu okumuştuk. Boston’ın downtown’u diğer ABD şehirlerinin downtownlarına hiç mi hiç benzemiyor. Sokakları çok dar (eski olduğunu gösteriyor) binalar yüksekli alçaklı. Yani bir anda kendinizi New York’taki gökdelenlerin arasında hissederken, bir anda İngiltere’deki küçük bir kasabada hissedebiliyorsunuz. Sonra düzlük bir alana kurulu değil şehir, yollar yer yer yokuşlu olabiliyor. Yine şehirdeki yapılanmanın ne kadar eski olduğuna bir örnek. Boston'ın sokakları taştan diyor yürüyoruz =) Uzaktan eski State House'u görüyoruz ve oraya doğru ilerliyoruz.


State House (Massachussetts Hükümet Binası)
Downtown’da ilerleyerek, Old State House'un önüne geliyoruz. Geleneksel Amerikan kıyafetleri içerisinde satıcılar, müzisyenler... Biz gezimize başladığımızda ikindi vakti olmamış olsaydı eminim sokaktaki canlılık çok daha farklı olurdu. Müzisyenleri, geleneksel kıyafetleriyle küçük arabalarda bir şeyler satan kişileri daha çok gözlemlemek isterdik tabi ama tüm bu heyecanımızı ertesi güne erteliyoruz. Burdan yürüyerek, Quincy Market ve Fenouil Hall denilen yine eski şehir yapılarında merkezde yer alan ve ticaretin merkezi olan pazar alanlarına ulaşıyoruz. Benim Boston’da en çok beğendiğim yerler buralar oldu. Canlı, kalabalık, her yerde kafeler, restoranlar, alışveriş mağazaları, soluklanmak için masalar, sandalyeler var trafiğe kapalı caddenin ortasına. Ücretsiz kitap standları bile var, bir kitap alıp okuyup geri bırakıyorsunuz. Çok tatlı bir alandı. Quincy Market ve Fenouil Hall da karşılıklı üstü kapalı alanlar, içlerinde hediyelik eşyalar ve yine yeme içme standları bulunuyor. Burdan çıkıp Long Wharf diye bir alana yürüyoruz. Burası da rıhtımda bir park, müzisyenler, kitap okuyanlar, piknik yapanlar, gelinle damat bile vardı. Kıyıya yanaşmış yatlar, tekneler..Güzel bir ambiyansı vardı buranın da. Burası aslında North End diye tarihi bir bölgenin bir kısmıymış. North End ya da Little Italy diye geçen bölgeye doğru yürüyoruz. Burası da alçak yapıların boylu boyunca uzandığı, genellikle pizzacıların olduğu bir cadde.
Aşağıda bir amcamız Old State House'un önünde geleneksel bir müzik aleti çalıyor:

Burayı da geçip, Longfellow Bridge’e kadar geliyoruz. Normalde buradan güneşin batışını izleyecektik ancak köprüde tadilat olduğu için, yayaların köprüye çıkmalarını yasaklamışlardı. Sadece bisikletle veya arabayla geçilecek şekilde ayarladıkları için, köprünün yanında bulunan yüksekçe bir yürüyüş alanına çıkıp Charles nehrini izliyoruz buradan. Dediğim gibi Boston bizde hem New York’u çağrıştırdı hem de çok küçük kasaba havasını. Güneşin batışını göremedik ama şehre şöyle genel bir bakış için güzel bir noktaydı. Boston Common parkının üst kısmında yer alan bu bölgede şehrin zengin beyazları yaşıyor. Zaten mahalleye girer girmez hissediliyor o aura. Arnavut kaldırımları, lüks evler, evlerin önünde değişik süsler, çiçekler… Minik bir sokaktan girilebilen Acorn Street’i bulup fotoğraflamaya başlıyoruz. Boston'ın Acorn Street'i New York’un “Upper East Side”ına benziyor. Buradan Beacon Hill bölgesine gidiyoruz. Bu bölge ayrıca Amerika’da köleliğin Massachussetts eyaletinde 1783’te resmi olarak yasaklanmasından sonra kölelik karşıtı siyahi ve beyazların toplandıkları bir merkez haline dönüşmüş. Şöyle bir not düşmekte de fayda var burda, ABD’nin kuzey eyaletleri tarih boyunca köleliğe karşı çıkmıştır, güney eyaletleri ise köleliğin hayatın devamlılığı için gerekli ve önemli olduğunu savunmuş ve kölelik resmi olarak yasaklandıktan çok sonralara kadar siyahiler toplum hayatından dışlanmıştır. Bunun etkileri günümüzde çok açıkça devam etmese de, kuzey eyaletlerinin genellikle Demokrat partiyi desteklemeleri, güneyin ise muhafazakar olan cumhuriyetçi partiyi desteklemeleri siyasi olarak bu hatıranın günümüzde yansıyan kısmı olmuştur.


Old State House önünde geleneksel kıyafetleriyle insanlar
Acorn Street’e dönecek olursak, bu sokağın önemi, yerlerde döşeli olan taşlarından geliyormuş. Eski Boston’dan kalan ve “cobblestone” denen Arnavut kaldırımlarını burda görmek mümkün. Şehrin birkaç noktasında daha varmış ama bu sokak turistlerin popüler mekanlarından biri haline gelince, highlight olarak da burayı gösteriyorlar genellikle. Ayrıca burda yer alan evler de eski “colonial” zamanlarından kalma evler. Bu arada şehrin bir çok bölgesinde sürekli profesyonel fotoğraflar çeken insanlar vardı. Acorn Street da bu noktalardan biriydi. Burada biraz dolaştıktan sonra, alt caddesi olan Charles caddesine iniyoruz. Bu cadde de yine kalabalık, kafeler, kitapçılar, restoranlar ve alışveriş mağazalarıyla dolu bir alan. Cici ışıklandırmalar ile sokakta festival havası oluşturulmuş, biz uğrayamadık ama “Tatte” diye çok tatlı bir kafe bize göz kırpıyordu. Ayrıca J.P. Licks diye de bir dondurmacı vardı, orası da epey meşhur bir yere benziyordu. Önü epey kalabalıktı, canınız sıcağın altında dondurma çekerse deneyebilirsiniz. Arabamıza binip Lowell taraflarındaki otelimize geçerek, ilk günümüzü bitiriyoruz. Boston ABD'nin bir çok şehrine nispeten çok pahalı bir sehir. O yüzden otelleri bizim gibi biraz şehre uzak noktalardan seçmek cebinizi rahatlatacaktır. Ertesi gün Boston’da göreceğim diye beni en çok heyecanlandıran Harvard Üniversitesi ile MIT’i göreceğiz.



Quincy Market

Quincy Market alanında bulunan ücretsiz kitap okuma stantları

Yine Quincy Market'te bulunan bir mağazanın önü 

Acorn Street (Fotograf alıntıdır)



Tarihi "North End" bölgesi

Bu da benim "Boston Horse Statue" fotoğrafım =) 

Sabah uyanıp güzel bir kahvaltı sonrası, ilk durağımız Harvard Üniversitesi. Dünyadaki tüm öğrencilerin herhalde hayalini kurdukları, filmlerden, dizilerden hemen herkesin tanıdığı harika okul. 1636’da ABD’yi ilk keşfeden gruplardan biri tarafından kurulan ilk üniversite, dünyanın en büyük kütüphanesine sahip. Eğitimin, ilmin dünyadaki merkezi. Dünya’nın saygın Ivy League üyelerinden biri olan Harvard üniversitesi Cambridge şehrinde bulunuyor. Şehir dediysem Charles nehrini Boston’dan karşıya geçince orada kendine has bir kasaba havasında bir yerde. Arabamızı park edip, Harvard kampüsünü dolaşmaya başlıyoruz. Önce Widener Library denen dünyanın en büyük kütüphanesini görüyoruz uzaktan.


Widener Library (Harvard University)
İçeriye öğrenciler dışındakilerin girmesi yasak zira. Ayrıca  pazar günü gittiğimiz için normalde açık olan binalar da kapalıydı. Dolayısıyla birçok yeri uzaktan gördük ama diğer günler gidilirse üniversitenin kendi turistik turlar düzenliyormuş. Bizim gibi buna zamanı uymayanlar Harvard’ın kendi websitesinden sanal turla üniversiteyi önce gezip rehberden tüm bilgileri öğrenip, ertesi gün de kampüsü kendi kendinize gezebilirler. Kütüphaneden sonra John Harvard heykelini görmeye gidiyoruz. Bu amcamız üniversitesinin kurucusuymuş, sol ayağına dokunanların tekrar Harvard’a geri döneceğine inanılıyormuş. Biz de dokunduk, biz gidemedik ama belki kardeşimiz, çocuğumuz filan gider =) Heykelin baktığı yeşillik alan da Harvard Yard diye geçen, renkli sandalyelerin bulunduğu ağaçların gölgesinde bir kitap bir kahve ile vakit geçirilecek yer. Öğrenciler burda eminim çok güzel zamanlar geçiriyorlardır…

Harvard Yard ve renkli sandalyeler


Meşhur Harvard kapısı 
Harvard'ın kurucusu olduğuna inanılan John Harvard heykeli. Biz de dokunduk sol ayağına, ne olur ne olmaz =) 


Burası da yine Harvard kampüsündeki ABD'nin ilk kütüphanesi olan Lamont Library 


Harvard kampüsünün hemen dışarısında yer alan tatlış kitapçılar

Harvard Square ve güzellik 
Burdan sonra ABD’nin ilk üniversitesi olan Lamont Library’yi de uzaktan görüp kampüsün hemen dışında yer alan Harvard Square denilen meydana geçiyoruz. Burası üniversitelilerin takıldığı, restoran, kafe ve kitapçılarla dolu, Harvard’ı Boston şehir merkezine bağlayan metro istasyonun bulunduğu minik ve tatlı bir alan. Yine sandalyeler var her tarafta, insanlar güneşin tadını çıkarıyorlardı biz burdan geçerken. Biraz oradaki hediyelik eşya satan dükkanları, kafeleri dolaştıktan sonra, bir sonraki durağımız olan MIT’ye doğru yola koyuluyoruz. MIT de yine Cambridge şehrinde ancak Harvard'a arabayla bir 10-15 dakika kadar uzaklıkta kalıyor. Oraya giderken, çok dar sokaklardan, güzel evlerin önünden geçiyoruz. Kuvvetle muhtemeldir ki buralarda öğrenciler ve akademisyenler yaşamakta =) Zaten her yerde spor yapan, koşan insanlar görüyoruz yol boyunca da. Sağlam kafa sağlam vücut meselesi herhalde :) Charles nehri boyunca arabayla gittikten sonra nihayet MIT’ye varıyoruz. Arabayı park edip, üniversitenin ana binasının içine giriyoruz. MIT’te binaların koridorları açık, gezmeye başlıyoruz. Hiçbir şekilde teknolojiyle alakalı olmadığımız için Harvard’daki kadar etkilenmesek de, ilginç laboratuarları görünce şaşırıyoruz. Burası da dünyanın mühendislik ve bilim alanındaki merkezi neticede, yine bu alandaki en iyiler hep burada. Koridorları İstanbul Üniversitesinin koridorlarının aynısı, sağlı sollu öğrenci panoları, hocaların odaları, aralarda laboratuarlar derken buradaki gezimizi de tamamlayıp, Boston’a geçiyoruz tekrar.

Massachussetts Institute of Technology (MIT)

                                     MIT'in bahcesinden bir kare (arkada Charles nehri)

Bir adet MIT laboratuarı 
Boston'da birkaç görecek yerimiz daha vardı. Arabayı Prudential Center denen bir avm/iş merkezinin alt katına bırakıp, Boston Public Library’ye gidiyoruz. Buranın fotoğraflarını kaç ay öncesinden görüp heyecanlanmıştık bile, şimdi ise gerçeğini görmek üzereydik. Kütüphaneye girer girmez, Bates Hall denilen okuma salonuna gidiyoruz. Kütüphane çok güzel bir binada yer alıyor, Bates Hall ise bu binanın en güzel yeri. Yeşil renklerde masa lambaları, kocaman bir salon. Biz de biraz o masalarda oturup, ortamı soluyoruz. Kitapları biraz inceliyoruz ve kütüphaneden çıkıp, hemen karşıda bulunan Trinity Church’ü görüyoruz. Bütün kiliseler aynı olduğu için, gezilerimizde hiçbir zaman kiliseleri gezmekle vakit kaybetmeden esas görmek istediğimiz yerlere geçiyoruz. Kilisenin önü Copley Square denen bir meydandan oluşuyor. Burada da yine köpeklerini havuzda yüzdürenler, dondurmacılar vs. var, çok tatlı bir meydan. Oradan ayrılıp meşhur Newbury Caddesi ne gidiyoruz. Burası da Caddebostan caddesi gibi alışveriş mağazalarının bulunduğu ama sadece ve sadece alçak yapıların olduğu inanılmaz güzel bir yer. Bir yerde biz de soluklanıp, eve dönüş yoluna koyuluyoruz. Önümüzde çook uzun bir yol var diyerek güzel ve yeşil Boston’a veda ediyoruz.


Güzelliğin kütüphaneye bürünmüş hali: Boston Public Library 

Boston Public Library 

Copley Square'de yer alan Trinity Church 

Copley Square ve Trinity Church 

Copley Square'de Tavşanla Kaplumbağa'nın yarışını temsil eden heykelcikler



BİZDEN BOSTON GEZİSİ YAPACAKLARA BİRKAÇ NOT:


*Boston’da daha uzun süre kalabilseydik, yaklaşık yarım saatlik mesafedeki Salem kasabasına da gidecektik lakin nasip olmadı. Bu küçük kasaba cadılarıyla meşhur çünkü pilgrimler burada biraz yozlaşarak, kadınları çeşitli şekillerde suçlayarak, cadı oldukları gerekçesiyle yakıyorlardı. Gerçek olan bu tarihi olayın izlerini taşıyan kasabada hala her şey cadı konseptinde yer alıyormuş. Özellikle Halloween’de şehirde büyük cadı festivalleri oluyormuş. Mutlaka görülmesi gereken yerlerden.
Connecticut - Massachussetts arası yol (fotoğraf alıntıdır)






Yolda olmak dünyanın en huzur verici eylemlerinden (Connecticut-Massachussetts arası yol)


**Ayrıca Boston’un güneydoğusunda yer alan ve yine ABD tarihinde önemli bir yere sahip olan Plymouth Plantation var. Burası da yine pilgrimlerin ABD’deki ilk yerleşim yerlerindendir. Yani evlerin yanı sıra, çiftçiliğe ve hayvancılığa başlayarak medeniyeti kurdukları yerdir. Bana göre yine mutlaka görülmesi gereken yerlerden biridir. Biz de inşallah bir gün burayı görmeyi istiyoruz.
 *** Boston Tea Party Ships and Museum başta olmak üzere şehirdeki diğer müzeler de gezilebilir. Biz vaktimiz olmadığı için gidemedik ancak çayların denize döküldüğü gerçek gemileri görebileceğiniz, oldukça başarılı bir müze diyor araştırmalarım Boston Tea Party Ships and Museum için. Gidiniz, görünüz bizim yerimize de sevgili okurlar.  








4 Haziran 2016 Cumartesi

İSTANBULUN İBRAHİMİ DURUŞUNA GÜZELLEME

Istanbul'un Ibrahimi duruşuna güzelleme


Şimdi nasıl bir heyecana hazırlanıyorsun kim bilir. Sen ki dünyanın en sevileni ve en yalnızı. Onbir ayın sultanını karşılayacaksın yine o İbrahimi durusunla. Dünyanın seni yalnız bırakmasına karşılık, sen dünya mazlumlarına kucak açmaya devam edeceksin. Kutlu şehrim, Doğu'nun zarafeti, Batı'nın şefkati... Gözümün nuru, ab-ı hayatım, güzeller güzelim... Şimdi kim bilir nasıl güzelsin, on bir ayın sultanını karşılamak için nasıl süslendin... Biz insanlar düşünmeden kırıp döküyoruz ama ya sen nasıl sevdin sende yaşayan, sende ölen sende Hakk'a yürüyen onlarca medeniyetin yüz binlerce suçlusunu, belki katilini, kötüsünü. Yaşlı çınarların da senden mi öğrendiler hoşgörüyü ki bu fakire serinlik verdiler güneşin altında. Peki ya Mevlana Hazretleri, senden mi aldı ilhamini dersin?

(Fotoğraf alıntıdır)


Kötülük Habil ile Kabilden beri var, iman ediyoruz. Kötü olmasa iyinin neden kıymetinin anlaşılamayacağını da daha iyi anlıyorum günler geçtikçe. Nasılki mükemmel insan (sav) senin yeryüzündeki temsilcindiyse, kötüler ve kötülük de Şeytanın yeryüzündeki temsilcileri. İyiyle savaşmak için tüm kötü özelliklere bürünmüş, kıskanç, bedbaht ve fitne çıkaran kukla kişilikler. Şeytani kuklalar... Onlar olmasa iyi olmaz ki... Ancak girmek üzere olduğumuz ay o kadar mübarek bir ay ki, şeytanlara yer yok. Saf güzellik ve iyiliğin ayı. O yüzden Allahım sen iyileri koru, kötüleri de bağla. Onlara akletmeleri gerektiğini hatırlat, hataya sebep olan kendi hareket ve davranışlarını sorgulat ve tüm bunları anlayıp hatasını idrak edinceye dek bizlerden uzak eyle. Sana yakın ama bizlere uzak olsunlar. Olsunlar ki, gelecek nesiller onları örnek insan olarak ansın. Çoğunluğun onları sevmediğini ama şerlerinden korktukları için kötünün yanında olduklarını anlasınlar. 

Fotoğraf alıntıdır 




28 Şubat 2013 Perşembe

BİR ŞEYLER BİTER; BİR ŞEYLER BAŞLAR.

2.ay programımızın tamamlandığı şu günün gecesinde söyleyecek bir şeylerim var. Zorlayıcı, yorucu ama bir o kadar da eğlenceli bir dönemden sonra, şu anda tanımlayamadığım bir zaman dilimindeyim. Aslında herkes hayatının bir çok ânında yaşamıştır bunu. Bir şeyler biter, bir şeyler başlar. Bu hep böyle oluyor, tecrübeyle sabit. Yaşadıklarımızın, gittiğimiz yerlerin, konuştuğumuz, tanıştığımız insanların hep 'sonuncu' olduğunu düşünüyoruz ve her defasında yanılıyoruz. Dünya, hâlâ tanışılmamış insanlarla, gidilmemiş şehirlerle, okunmamış kitaplarla, dinlenmemiş şarkılarla ve üzerine düşünülmemiş konularla dolu. Aslında dünya enteresan bir yer. Bir keşif labirenti.

2.ay programımızın son gününün İkindi vaktinde TBMM'ye bir ziyaret yaptık. Güney Kıbrıs'taki seçimler, sonucun Türkiye-AB ilişkilerine yansıması, 1915 olaylarının açığa kavuşturulması için yapılan çalışmalar ve Meclis'in Dışişleri Komisyonu'nun faaliyetlerini konuştuktan sonra, Genel Kurul'u gezerek, merkezimize geri döndük.

2.ay programımızın son gününün Akşam'ında, Canberk'in daveti üzerine, 'Bilgelik' konulu bir Türk Sanat Müziği konserine katıldık. Farklı makamlarda söylenen şarkılar, anlatılan kısa hikayelerle süslenerek sunuldu bizlere. Pek güzeldi, pek keyifliydi efendim. Ruhumuzun pası silindi. Emeği geçen herkese teşekkür ederiz.

2.ay programımızın son gününün son anlarında da, her şeyin sürekli, daima bir değişim ve dönüşüm içinde olduğunu tekrar anladığımı belirterek noktayı koymak isterim. Elif'ten çıkıp, Elif'e varmak. Bu kısa yolculuğu anlamlı bir şekilde tamamlarsak, ne mutlu bize. Umarım hepimiz için en güzeli olur bundan sonra.

(Fotoğraf alıntıdır)

20 Ocak 2013 Pazar

EKRANCILIK CAN SIKINCA...

Hayatımın son 20 gününde hiç maruz kalmadığım kadar teknolojiye ve ekranlara maruz kalıyorum. Teknolojiyle sabah 07.30'da başlayan birlikteliğim gece 02.00'ye kadar sürüyor, her gün. Projeler, ödevler, videolar, twitter hatta kitap okumak bile... Yoğunluklarımızdan dolayı kimi zaman yanımdaki insanla bile ekran üzerinden iletişim kuruyorum. Bu gidişatın sonu nereye varır bilemem ama sağlıklı olmadığına eminim :/
Sağlık önemli, unutulmamalı. 

-Bana de bir e-reçete verir misiniz Doktor? 






16 Ocak 2013 Çarşamba

CANLI ÖLÜLER

“Özel Bölümünüzdeki görevlilerin tersine, yirminci yüzyılda ‘ölü canlar’ın varlığına inanmıyorum.”      Bir Yerde/Jerzy Kosinski
 Canlı Ölüler

Jerzy Kosinski’nin 19 dile çevrilmiş olan ‘Bir Yerde’ isimli kitabı, Amerikan medyasına ve medya aracılığıyla halkının normlar üzerinden algıladığı meselelerine çok ince eleştirilerde bulunmayı amaç edinmiştir. Kitabın ilk yazıldığı ve yayınladığı tarihe bakıldığında, 70’li yılların Amerikasını ve o dönem daha yeni icat edilmiş televizyon ile halkın ilişkisini görüyoruz. Kosinski’nin romanı bir Pazar günü başlamış ve 7 bölümde kaleme alınan hikayesi kuvvetle muhtemeldir ki yine bir Pazar günü bitmiş. İnsanın zaman algısına yönelik bir dilimi ele almış ve aslında bu vesileyle de medya’nın ne kadar sıra sürede söndüğünü, tabir-i caizse bayatladığını göstermek istemiş. En olmadık kimseyi, en olmadık şekilde bir anda  pohpohlayarak tepelere çıkaran medya, aslında sadece istediğini alır ve meselenin özüyle kimse ilgilenmez. ‘Chance’ eseri kim varsa o anda orada, medyatik olan o’dur, herkes onu konuşur.
Kitabın kahramanı Bahçıvan Chance, kimliği ve soyu belirsiz asosyal bir adamdır. Yaşlı ihtiyar bir adam tarafından eve alınmıştır ve her gün bahçesiyle uğraşır, oyalanır ve hiç dışarıya çıkmadan, televizyondan gördüğü kadarıyla hayatını yaşar. Hayatını tek farklı kılan unsur televizyondur ve hayat ile diriliğin sembolü olan bahçesinden dışarı çıkmaz. Sadece yapay ve yönlendirmesi çok kolay olan televizyon’daki hayatı olan Chance, bütün bu yabancılığı sorgulamaz bile. Yalnızca kendi temel ihtiyaçları giderilir, yemeği verilir ve bir nevi ‘uyutulurak’ geçirir hayatını. Hiç hastalanmayan, hiçbir yerde kaydı olmayan, hiç dışarı çıkmayarak absürd, olağandışı bir hayat yaşayan ve etrafı yaşlılarla dolu olan Chance, artık geçmişte kalmış olan Amerika’nın saf çocuğudur. Geçmişe dair tutunduğu son dalı olan Yaşlı İhtiyar da ölünce, düğümler çözülür ve kimliksizliği nedeniyle sokağa atılır. Kapitalist düzen, emekçi bahçıvanı dışarı atmıştır ve Chance’ın insanlarla bir araya gelir gelmez başlayan medyatik bağlantısı onu alıp başka bir yere götürecektir.
Chance’ın, tesadüfen E.E. isimli kadınla birlikte onun evine gitmesi ve sonrasında Mr. Rand aracılığıyla tanıştığı Başkan ile arasında bir bağlantı kurulması sebebiyle, televizyoncular, fotoğrafçılar ve kameracıların arasında geçen hayatının onu nasıl bir yere taşıdığını görüyoruz kitap boyunca. Hakkında hiçbir bilgi bulunamayan, ne idüğü belirsiz bir adamdır Mr. Gardiner. Bahçe dışında hiçbir şey bilmemektedir ve ona sorulan soruların tamamını tek bildiği bahçeden bahsederek anlatır. İnsanlar ve medya Chance’ın tüm bunları bilinçli söylemiş olduğunu düşünse de, Chancey komplike düşünemeyecek kadar hayatın dışında kalmıştır.
Bir Amerikan prototipi olan bu Kosinski kitabı, Amerika’yı politik olarak taşlayarak, Amerikan medya organlarını eleştirir. İlgi duyanlara tavsiye edilebilir.  

10 Ocak 2013 Perşembe

SİX THİNKİNG HATS

 “To perceive is to suffer.”  Aristotle
Geçen yıl aldığım Pedagojik Formasyon Eğitimi derslerinden birinin içeriklerinden olan Altı Şapka Tekniğini bizzat yaşayarak öğrenmek bugüne nasipmiş. Kişilere farklı düşünme ve hissetme açıları oluşturan, hatta buna mecbur bırakan bir teknikle bambaşka açıları ve görüşleri aktarmamız beklendi. Bir meseleye normalde asla bakmayacağın bir pencereden bakıyorsun, o düşünceleri hissetmen bir de desteklemen bekleniyor. Zor zanaat.

Bu oyun, Nezih Bey'in son derste aktardığı rol esnekliği ve empati 'kuralları'nı öğrenmemizi kolaylaştırıcı bir etkiye sahipti fakat hayattaki her şey bu kadar olgusal ve soyut değildir. Kendini başkasının yerine koyabilmek, onun gibi hissedebilmek hakikaten bu kadar kolay mıdır? Hiç sokakta uyumamış birinin, hayatını sokakta geçirmiş birini anlamasını bekleyemeyiz. Hiç kıyafeti olmamış Arakanlı küçük bir çocuğun hissettiklerini anlayamayız. Bunun en önemli sebebi hayatın sabit bir çizgide ilerlemiyor olmasıdır ve herkesin her şeyi farklı oranda hissetmesidir. Yazılanlar, söylenenler, izlenenler sadece tek bir kişinin tek bir tecrübesinden algıladığı kadarını anlatır. Dünyadaki tüm insanların ürettiği eserlere ulaşıp, onları okusak, izlesek, seyretsek, onlarla birebir konuşsak bile, hayatını sokakta yaşamış o kişiyi ya da o çocuğu anlayamayız. İstediğimiz şapkayı takalım kafamıza, istediğimiz renge yakın hissedelim ya da hissetmeyelim kendimizi, onlar her defasında kendi renklerini ortaya çıkaracaklardır çünkü herkesin kendine özel bir rengi vardır. Bu renk kimileri için daha yakın bir tondur ama hiç bir zaman tam olarak aynısı olmamıştır, bundan sonra da olacağını sanmıyorum. O yüzden herkes kendi tecrübesini yaşar ve onu yaşarken ya boğulur, ya su üstünde kalır ya da karaya ulaşmayı başarır. Herkes için aslında kendi tecrübesi vardır.

(Fotograf alıntıdır)
Yapabileceğimiz en büyük şey, olabildiğine farklı renklerde şapkalar takarak o insanları dinlemek ve onlarla konuşmak. Ortak bazı noktalar bularak, renk skalasında biraz daha o kişinin rengine yaklaşabiliriz. Aristo'nun yukarıda alıntıladığım acı çekme kavramını tam da bu nokta için kullandığını düşünüyorum. Kişi acı çektikçe anlama oranı artıyor ve skalada yer değiştiriyor.

Nihai olarak, her insanla bulunabilecek en az bir ortak özellik vardır. Bunu sadece istemeliyiz ve şapkayı takmaya cesaret etmeliyiz.  

Acts of Man:
http://fizy.com/#s/1fdwe0

7 Ocak 2013 Pazartesi

Şiir iyidir.

Sezai Karakoç ile Cemal Süreya'nın uğruna çekiştiği Muazzez Akkaya -bilindik ismiyle Mona Roza- kimi seçmeliydi?

Nacizane fikirlerime göre Sezai Karakoç 'Mona Roza' isimli şiiriyle araya dehşet fark atarak birinci olmalıydı. Muazzez Hanım Sezai Bey ile bir ömür geçirmeliydi. Nasip olmamış, ayrı mesele.